Cuma, 03 Nisan 2020 04:26
Gündüz Vassaf, yılın 8 ayını İstanbul Sedef Adası’nda, 4 ayını ise Boston’da geçiriyor.
Araya, o anda masasının üzerinde olan kitabı için yapılan uzun konaklamalı özel seyahatler de girebiliyor. Geçen sene Sicilya Sirakuza’daydı mesela.
Bu salgın günlerinde Boston’daki evinde. Zaten evde çalışma düzeni olduğu için belki yaşamında çok şey değişmedi. Ama bir başka önemli çalışma mekanı olan kütüphanelerden koptu mesela.
Evde yaşama ve çalışmaya alışkın olan hepimiz için olduğu gibi, salgından etkilenme korkusu ve yarattığı travma her şeyi değiştirdi. Önceliklerimizi, yaşama bakışımızı, önlemlerimizi, alışkanlıklarımızı, birbirimizle, yakınlarımız ve sevdiklerimizle ilişkilerimizi.
Bir global köye dönüşen dünyanın neredeyse her köşesine yayılmış virüs, devletler ve halklar arası ilişkileri de etkiledi. Patalojik bir durumla karşı karşıyayız. Alınan önlemler, içe kapanmacı tutum ve davranışlar, zaten bir süredir otoriterleşme eğilimi gösteren yönetim biçimleri… Hepsi bu salgın günlerinde nasıl bir dünyaya evrileceğimizi de sorgulatıyor bizlere.
Gündüz Vassaf, ilgi alanı olması nedeniyle bu sorgulamayı fazlasıyla yapanlardan.
Gündüz Vassaf ile Habertürk televizyonu uzun bir video konferans gerçekleştirdi.
Sonra Bianet’de, yine bu söyleşiye yakınlık gösteren bir başka söyleşi daha yayınlandı.
Biz de, Adalı Dergisi için bu iki söyleşiden yola çıkarak, Gündüz Vassaf’ın bugünlere ilişkin değerlendirmesini belirli başlıklar altında toplamaya çalıştık.
Buyurun:
Mass (Massachusetts) General Hastanesi’nde daha önce HIV üzerine de çalışan, virüs araştırmaları yapan bir arkadaşım var. ABD’nin en iyi hastanesi diye biliniyor, onun da öğütleri bunlar. Her öğüde kulak vermemek lazım, nereden biliyorsun diye sormak lazım. Alışverişe çıktığımda giydiğim kıyafetleri ve alıverişi kapıda bırakıyorum. Eve girecek nesneleri ya teker teker sıcak sabunlu suyla siliyor, yıkıyorum ya da kapı dışında, balkonda 72 saat bekletiyorum.
Metal, plastik hepsi bunu taşıyabiliyor. Tabii el yıkanıyor, sosyal mesafe…
Daha sokağa o kadar kolay çıkamayız. Aşının gelişmesine bir buçuk yıl var. Sokağa çıkılabileceksek, çıktığımız zaman hâlâ taşıyıcı olabiliriz. Bu öpüşme zamanı geldi demek değil. Beklentilerimiz yüksek olmasın. Evde kalma koşulları artacak ve uzun sürece gibi görünüyor.
Önce ben ne yapabilirim evde, ona bakalım. Çünkü bugün, şu anda evimde ne yapmakta olduğum, ailemin önümüzdeki yıllarda alacağı biçimi etkileyecek. Gelecek bugün belirlenecek, benim yaptığımla da belirlenecek. Tarihi ben yaratıyorum, hastalık değil. Hastalıkla olan tepkim tarihi yaratıyor. Onun için evde ne yaptığımız önemli. Çok zor koşullar. Zaten karı koca artık birbirinden sıkılmış da olabilir. Veya anlaşıyor olsalar da ayrı dünyaları var. Çalışmayan kadınların en büyük dertlerinden biri, koca emekli olunca eve gelip astığım astık kestiğim kestik, erkekliğini ortaya koymaya çalışması. Bu aileleri ve evlilikleri zorlayacak bir ortam. Farklılıklar ortaya çıkacaktır. Ama çıktığı zaman buna karşı nasıl tavır alacağız, ne kadarını halledeceğiz, ne kadarını erteleyeceğiz bizim elimizde. Herkes bu kapalı ve sıkışık alanda kendisine iki-üç saat zaman ayırabilmeli. Kimsenin ilişmeyeceği bir köşesi olabilmeli. Bunu yapabilirsek aileyi var kılabiliriz. Bunu yapamazsak herkes birbirine girer.
Bu, anne-baba olabilme sınavı. Çünkü özellikle çalışmaya mecbur olan anne babalar çocuklarını bakıcılara ve yuvalara teslim etti. Anne baba eğitiminden yoksun kaldı çocuklar vakit olmadığı için. Kimi anne-baba da “zaten psikoloğa gidiyor, yuvada şunu şunu öğreniyor, evde ne yaparsa yapsın yeter ki benim huzurumu bozmasın” düşüncesine kaldı. Bu, anne babaların sınavı. Yeniden anne baba olmaya fırsatları var. Oyun yaratmaya, hikâye anlatmaya fırsatları var. Müthiş bir hazine bu aile birlikteliği için. Başka ne yapılabilir? Devamlı haberleri dinlemeyin. Haberler için birbirinizle tartışmayın. Günde iki defa haber dinlensin. Kimse de bildik kesilmesin. Bir de konuşurken kimse söz kesmesin. Çünkü birbirleriyle uzun konuşmaya alışık olmayan insanlar konuşmaya başlayacak. Dinleme âdetimizi geliştirmeye mecburuz. Bunlar uzun vadede toplumu da etkileyecek.
Üç ay da sürse, bir yıl da sürse. Şu anda ailede yaşanan, bir baskı çünkü. “Ben bu çocuğu neden yaptım” diye düşünenler de vardır. Veya, “Eyvah, benim kara talihim, ben ne yapacağım, bu çocuktan sorumluyum” diye düşünenler de vardır. Kara talih değil, bu aileyi yeniden inşa etmek için bir fırsat. Liberal ekonominin bizi ittiği tüketim patolojimizden kurtulmanın geçici fırsatı bu aile için. O kadar çok yapılacak şey var ki… Hikâye anlatılır, uydurulur. Yaratıcı sanatlar geliştirilir. Aile kendi hikâyesini yaratabilir. Ama televizyon karşısına çakıl, haberleri dinle, depresyona girersin. Kavga etmeye başlarsın.
Evde izolasyon ortamı, yaşamımızda, alışkanlıklarımızda bir değişiklik yaratacak mı?
Yeni kültür alanları, yeni butik kültürler gelişecek. Sosyal medyada daha çok insan yazacak. Toplu halde buluşmalara, büyük konserlere, futbol maçlarına daha çok var. İnsanlar özellikle sosyal medya üzerinden, fakat evde de yaratıcılıklarını dışarı çıkarmaya başlayacak. İlk önce sıkıntıdan, sonra başkasının güzel bir şey yaptığını duyarak, ben de bir şey yapabilirim diyerek, zaman içinde kendisini keşfederek…
Evde daha güzel yemekler pişecek, daha çok kişi yemek pişirmesini öğrenecek. Yemek tıkınma değil, tekrar bir sanat ve keyif olacak. Evde dört-beş kişi varken tek bir kişi yemek pişiremez artık. Başkaları da yardım etmeye ve öğrenmeye başlayacak.
İçimizdeki cevheri keşfetmemiz için bir fırsat bu. Bu hepimizin şair olabilmesi için bir fırsat. Sanayileşmiş kitaplar, bestsellerlar, ödüllü kitaplar, bol reklamla pompalanmış filmlere falan fazla mahkum olduk. Kendi ürünlerimizi ve yaratıcılığımız dile getirmek için bu bir fırsat.
Herkes için değil ama böyle bir olanak var. Kullanıp kullanmamak bize kalmış.
Toplum da kazançlı çıkacak, yapan da.
Bu toplum için tüketim patolojisinin, bağımlılığının azalması sağlıklı bir şey. Gereksiz maddeleri satın almamız, kültür faaliyetimizin AVM’lere gitmekten ibaret olması bitecek artık. AVM’ler kiralarını toplamaktan vazgeçsin, çünkü bu tüketim patolojisi uzun yıllar kırılmış olacak. AVM’ler de belki butik kültür merkezlerine dönebilir. Bunlar kısa vadede olacak şeyler. Kâhin olmaya gerek yok bunun için.
Hastalık sınıf tanımıyor mu?
AIDS’te bir ırkçılık ve ötekileştirme vardı. Eşcinsellerden toplum hoşlanmazdı. Yüzyıllar boyunca böyle. Lanetli, itici insanlar diye bakıldı. Onun için onlar hasta olunca da “oh olsun, müstehaktır” diyenler oldu. Öteki yakalanmış oldu, ben değil. Ben yakalanamazdım. Çünkü ben eşcinsel değilim. Burada sadece ünlüler değil benim de ölüm korkum gündeme girdi.
Bu salgında Hepimiz hastalanabiliriz fakat buradan kırılan daha çok yine yoksul ülkeler olacak. Amerika toparlanacak. Trump, iki trilyon dolar koyuyor ekonomiye, İngiltere aynı şeyi yapacak. Hindistan’da nüfusun yüzde 30’unun suyu akmıyor. Ekonomiyi toparlamaya çalışmak, özel sektörü ölümden kurtarmaya çalışmak aslında. Özel sektör “kendi gücümüzle yaşıyoruz” der, yaşamıyor. Seni her zaman devlet kurtarıyor. Yani benim vergim. 80’lerin ekonomik krizinde de ben kurtardım, bugün de kurtulacaksan ben kurtaracağım. Ama şimdi de öncelik ekonomik düzen, özel sektör. Hindistan’ın yüzde 30’u yine uzun yıllar susuz kalacak bu düzende.
Medya da önemli. Medya Korona haberleriyle boğuyor bizi. Karamsarlığa itiyor. Haber kanallarının bunu sınırlaması lazım. Savaş haberleri kesildi mesela. O haberleri bırakırsak, savaş yapmak, hırsızlık yapmak isteyenler çok daha rahat yapacak bunu. Göçmenler ne oldu?
Bunlar çok temel sorular. G20’de 20 zengin devlet internet üzerinden toplandı. Küreselliğin şirketlerin para kazanması için olduğu tekrar ortaya çıktı, Birleşmiş Milletler’den ses yok, Güvenlik Konseyi’nden ses yok. G20 toplandı ve gündemi Amerika belirledi. Trump bağırıp çağırdı. Ve bırakın Doğu-Batı yakınlaşmasını, “Bu hastalık atlatıldıktan sonra Çin’den hesap soracağız, Çin’i dava edeceğiz, bu hastalıktan Çin sorumlu” dedi. Yani ulus devlet şovenizmini ve eski Soğuk Savaş’ı canlandırmak isteyen rejimler var. Halbuki şu anda tersi olmalı. Uluslar arası kuruluşlar desteklenip birleşilmeli. Küreselleşme böyle olur. Şimdi ise herkes maskesini kendine saklıyor.
İşte şu anda ABD’de Çinli’ye düşman gözüyle bakılıyor. ABD’deki, İngiltere’deki bu ırkçı yönetimlerle zor. Maalesef İngilizce dünya dili olduğu için ve haberler hep İngilizce dünyaya yayıldığı için bu iki adamın görüşü ve ideolojisi dünyaya yayılıyor. Almanya’nın, İsveç’in yayılmıyor. Genel olarak neler değişecek onu da söyleyelim.
Otoriterleşme artacak mı?
11 Eylül’den sonra bu yapılmaya başladı zaten. Fransa’da sıkıyönetim ilan edildi. Bush döneminde ABD anayasasına aykırı olan, vatandaşlarının e-postalarını okumak, özel hayatına girmek gibi şeyler Obama döneminde yasallaştı. Obama’nın ilk yaptıklarından biri buydu. Beyaz Saray’a avukat ordusu getirdi ve birçok şeyi yasallaştırdı. Her rejim, ben demokrasiyim diyen ülkelerde, 11 Eylül’den beri yürütmeye doğru bir güç toplanıyor. Bunda da aynı şey olacak, yürütmenin gücü artacak. Bununla birlikte, mesela ABD Savunma Bakanı Esper, bazı ülkelerde, eğer o ülkeler çökerse ve sokaklarda tepkiler büyürse rejim değişikliği gerekebilir dedi. ABD’nin çıkarı için tabii. Böyle şeyler de olabilir. Önümüzdeki birkaç ay bu hastalığın nasıl seyredeceğine bağlı.
İran’ı düşünün mesela. Tayland sıkıyönetim ilan etti salgın nedeniyle. Bu başka ülkelerde de olabilir. Amerika’da bile olabilir. Bugün Ford’un kamyon bölümünün başındaki arkadaşımla konuştum. Yapay zekâ ve fabrikalarda robotlar çoğalabilir. Hemen olmaz ama yapay zekâ ve robot birleşmesi sanayide tahmin ettiğimizden yakın zamanda olacak. 3-5 yıl belki. Şu anda kimsenin yeni yatırım yapacak gücü yok zira. Ama insanların toplu halde çalıştığı yerler bir daha böyle olmasın istenecek. Gen mühendisliğiyle de bu hastalıkları engellenmesi, genetik yapımızın değiştirilmesi istenebilir. Ama bunlar tehlikeli şeyler. Ahlâksız kısmı da, herkes çocuğunun Marlyn Monroe’ya benzemesini isteyebilir. Onun için her şeyin acele edilmeden toplumda tartışılması lazım.
Bugün gafil yakalanan devlet artık her şeyi yapamayacak. Devletin hizmetlerinin çökmüş olması veya çökme raddesine geliyor olması. Devletin halk sağlığına hazırlıksız olması ortada. Çünkü neoliberal ekonomide yıllardır özel teşebbüse gaz verdiler. Özelleştirmelerle, özel hastanelerle, sağlığın bir hak olmasından ayrıcalık olmasına dönüşmesiyle çok şey değişti. Avrupa’da insan çaresiz ve sokakta kaldı.
Birey modelinde evlatlarını “Sen de lider olacaksın, önce kendini düşün” diye yetiştiren ülkelerde organizasyon çökünce, “Her şeye muktedirim, her şeyi yaparım, köşeyi dönerim” rüyasıyla şımartılmış birey -bu Türkiye’de de, ABD’de de, İngiltere’de de var- önce tuvalet kağıtlarına koştu. Rasyonel düşünme yetisini kaybetmiş bir birey bu. Devletten haber bekliyor. Evinde kalacaksın, kapıdan çıkmayacaksın diye. Devlet de onu yapamadı. Aymazlığından yapamadı, özel teşebbüsü koruma derdiyle yapamadı. Kimisi İngiltere’de Johnson ve ABD’de Trump gibi hastalık seyrini göstersin, ölenler ölsün, diğerleri bağışıklık kazansın diye başlangıçta yapamadı, geç kaldı. Değişik ülkeler değişik nedenlerle yapamadı. Fakat şımartılmış bir bireyle karşı karşıyayız.
Toplum ne kadar üstlenebilirse dayanışmayı, birlikte bir şeyler yapmayı, örgütlenmeyi, bu bizi daha güçlü kılacak gelecek için. Toplum çözülürse bu hem devleti kifayetsiz durumda bırakacak, hem de bu, totaliter devletlere davetiye çıkaracak.
Doğu ve özellikle de Uzakdoğu toplumu ise bu mücadelede daha başarılı görülüyor. Ülkeden ülkeye farklılık gösterse de. Çünkü kaç bin yıllık Konfüçyüs ahlâkı ailene ve topluma karşı sorumluluk duygusu veriyor sana. Bunda, Sars tecrübesini de göze alamayan, bu hastalık ancak Doğu’da olur aymazlığında Batı’nın oryantalist tutumunu da katmak lazım. Batı’daki sorumluluk duygusu ise kendine. Kurabileceğin en iyi hayatı kurmak, hedeflerine ulaşmak. Toplumsal değil bireysel hedefler.
Birey kendini sorgulamaya başlayacak mı?
Kendi yaşantımdan bakınca, ne kadar çok şeyin rafta son kullanma tarihi gelmiş… Mesela ben 18 yaşındaydım ABD Başkanı Kennedy suikasta kurban gittiğinde. Vietnamlı, Paraguaylı, İngiliz arkadaşlarım “Kennedy öldürüldüğünde sen neredeydin”in cevabını bilirdi. Yeni kuşak Kennedy kim diye soruyor. Unutuluyor böyle şeyler. Sade o değil, Vietnam Savaşı, ABD ve İngiltere’nin Irak’ı işgal ettiği unutuldu. HIV unutuldu. Tam tersine yeni bir dünya çıktı eşcinsellerin örgütlenmesiyle, haklarının kabul edilmesiyle. Raf ömrü var her şeyin. Onun için dünya şöyle değişecek, böyle değişecek gibi çok büyük teoriler üretmemek lazım. Elimizdeki verilerden ve geçmiş tecrübelerden şu, şu olabilir diyebiliriz. Ama toplumu alt üst edecek bir şey yok. Öyle şımartmayalım kendimizi. Bir de veba tellallığı yapanlarımız var. Bazı mürekkep yalamışlarımız “Tarihte ne oldu, veba olmuştu, Avrupa’da nüfusunun yüzde 60’ı kırılmıştı, eyvah” diyor. Ama bu salgında nüfusun yüzde ikisi, belki biri kırılacak. Onun için abartmayalım. Hayat devam ediyor. Veba ile mukayese edersek bu da bir tür terörizm olur, çünkü kötümserlik getirir. O kötümserlik psikolojik olarak insanı depresyona sokar. Depresyon bağışıklığı zayıflatır.
Ya Türkiye?
Türkiye geç kaldı. Yeteri kadar malzemesi de yoktu. Ve milliyetçi bir davranışla hastalığı dışarıda, dışarıdan gelen kişilerde gördü. Sanki içerdekilerde yokmuş gibi. Onun için Çin, Singapur olma fırsatını kaçırdı. Okulları kapamak normal tabii. İkincisi, bilgi çok önemli. Moral vermek de önemli ama bilgi vermeden moral vermek olmaz. Bu hastalık nerede bilelim ki, ona göre daha ciddiye alalım, önlem alalım. Ben hastalığı sadece yurtdışından gelenler getiriyor diye biliyorsam veya burada Amerikan başkanının Çin virüsü dediğini duyuyorsam “ben Amerikalı olarak tertemizim” düşüncesi çıkıyor. Yalan söylemiş oluyorum topluma. Türkiye’de güzel şeylerden de bahsetmek istiyorum. Bir tanesi, Yedikule Bostanları ekibi , sivil toplum kuruluşları. İnternet üzerinden ve katılabilecekleri toplantılarda Osmanlı’dan kalma bostanları ranta karşı, yahut belediyenin düşünülmemiş projelerinden korumak için canla başla uğraşıyorlar. Adalar’daki sivil toplum kuruluşları başka bir örnek. Bu iş olurken sadece hastalığı konuşmamalıyız. Yapabileceğimiz şeyler var normal hayatımızda. Derneklerimizle, ait olduğumuz kültür birlikleriyle hemşerilik örgütleriyle. Bunlar rafa kaldırılmamalı. Bilakis eğer bunlar şimdi rafa kaldırılırsa “hele bu salgını atlatalım” diye, salgını atlattıktan sonra yılların emeğiyle kurduğumuz birçok kurumu çökertmiş olacağız. Devlet nasıl okullarından sorumluysa biz de vatandaş olarak ait olduğumuz kuruluşlardan, örgütlerden, okul aile birliğinden sorumluyuz.
Bu felaketi de unutacak mıyız?
Mesela Krakatoa örneği… Bilmiyoruz, unutuldu çünkü. Endonezya’da bir yanardağ, üç yıl boyunca iklim değişti, karanlık bir bulut bütün dünyanın üzerine çöktü, türler öldü. O üç yıl unutuldu, anlatabildim mi, raf ömrü var çünkü, doğal felaketleri unutuyoruz.
Kendi yarattığımız felaketleri de yaşatıyoruz, doğal felaketleri unutuyoruz hiçbir şey olmamış gibi fakat kendimize o kadar hayranız ki, kendi yarattığımız felaketleri de yaşatıyoruz.
Birinci Dünya Savaşı. Her yıl hala Avrupalılar Birinci Dünya Savaşı’nın bittiği günü törenlerle anıyorlar. Veya Çanakkale Türkiye’de her yıl törenlerle anılıyor.
Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin her köyünde bir asker anıtı var o günü hatırlatan, düşmanı hatırlatan, gelecek savaşlara davetiye çıkartan.
Ama bize İspanyol gribini hatırlatacak tek bir şey yok. Ancak bu felaket olunca İspanyol gribinden bahsetmeye başladılar. Bu felaketi bize hatırlatacak bir heykel olsa daha hazırlıklı olabilirdik belki doğal felaketlere.
Mesela Amerika bundan sekiz yıl önce pandemiklerle baş etme merkezini kapattı. “Gereksiz masraf” diye…
Çünkü bize ders çıkartacak doğal felaketleri hatırlamıyoruz.
Dile getirmek zor bugünlerde ama biliyorum, Nazım Hikmet’in sözleriyle, ‘Güzel günler göreceğiz çocuklar.’ Ama önce evimizde mahsur kaldığımız bu günlerde kendimizi güzel kılalım.
Gündüz Vassaf: Tarihi Biz Yazıyoruz Hastalık Değil
Psikolog ve yazar Gündüz Vassaf’a Skype ile yaptığımız bağlantıda felaket filmlerini aratmayan bugünlerde psikolojimizi nasıl koruyacağımızı, dünyanın durumunu, bu salgının geleceğimizi nasıl etkileyeceğini sorduk.
Pınar Tarcanİstanbul – BİA Haber Merkezi02 Nisan 2020, Perşembe 00:0
Yazar ve Psikolog Gündüz Vassaf, karantina günlerini ABD’nin Massachusetss Eyaletinin Boston kentinde geçiriyor.
“Cehenneme Övgü”, “Cennetin Dibi” kitaplarının yazarı Vassaf ile Skype üzerinden buluşmak için randevulaşıp söyleştik…
Sizin için Boston’da karantina günleri nasıl geçiyor?
Önce şunu söyleyeyim size. Ben “terörist” değilim. Yani “terörist” olmamaya çalışıyorum.
Çünkü ne zaman kendime dikkat etmezsem bu yüzden bir başkasını öldürebilirim. Bir kişiye bulaştırırsam o beş kişiye, o beş kişi 25 kişiye bulaştırabilir.
“Terörist” en fazla 100 kişiyi öldürüyor bir bombalamayla. Oysa bu virüs aracılığıyla binlerce kişi ölüyor.
Farkında olmadan taşıyıcı da olabilirim. Hepimiz potansiyel katiliz.
Dışarıya çok çok nadir çıkıyorum. Eve geldiğimde de üzerimde giydiklerimi kapının yanına asıyorum üstümü çıkarıp, pabuçlarımı kapının dışında bırakıyorum.
Alışveriş için bir şeyler sipariş ettiğim zaman onları eve almıyorum. Portakal bile alırsam yıkıyorum.
Hastalıkla ilgili iki grup var A ve B grupları
Dünyadaki insanları iki gruba böldüm bu hastalıkla ilgili, A grubu ve B grubu. A grubu ben, siz, arkadaşınız, biz herkes yani hasta olabilecek olan ya da farkında olmadan taşıyıcı olabilecek herkes, dünya nüfusunun yüzde 99.9’u herhalde…
B grubu da sağlıkçılar ve gıdamızdan sorumlu elemanlar. Onları sağ tutmaya mecburum, çünkü onlar bu virüs sebebiyle hastalanıyor ve ölüyor.
Şu anda yine iyi durumdayız, çünkü onlar öldükçe eleman yetişmeyecek, daha zor durumda olacağız.
Sadece kendimi korumak için değil – onları sağ tutmak için korunmalıyım ki onlar sizi iyi edebilsin, beni iyi edebilsin, çocukları iyi edebilsin.
“Alkışlar güzel ama yetmez”
Birinci sorumluluğumuz düzen çöktüğü ve hazırlıklı olmayarak suç işlediği için B grubunu korumak.
Alkışlar güzel (sağlık çalışanlarına destek için yapılan alkış kampanyası) ama asıl alkışımız müthiş bir sapkınlıkla, Lady Macbeth’in sürekli ellerini yıkaması gibi her şeye dikkat etmek.
Bencil olduğumuz, çok yaşamak istediğimiz için değil, öncelikle onları korumak için…
Mesela Krakatoa örneği… Bilmiyoruz, unutuldu çünkü. Endonezya’da bir yanardağ, üç yıl boyunca iklim değişti, karanlık bir bulut bütün dünyanın üzerine çöktü, türler öldü.
O üç yıl unutuldu, anlatabildim mi, raf ömrü var çünkü, doğal felaketleri unutuyoruz.
Kendi yarattığımız felaketleri de yaşatıyoruz, doğal felaketleri unutuyoruz hiçbir şey olmamış gibi fakat kendimize o kadar hayranız ki, kendi yarattığımız felaketleri de yaşatıyoruz.
Birinci Dünya Savaşı, her yıl hala Avrupalıllar Birinci Dünya Savaşının bittiği günü törenlerle anıyorlar. Veya Çanakkale Türkiye’de her yıl törenlerle anılıyor.
Almanya’nın, Fransa’nın, İngiltere’nin her köyünde bir asker anıtı var o günü hatırlatan, düşmanı hatırlatan, gelecek savaşlara davetiye çıkartan.
Ama bize İspanyol gribini hatırlatacak tek bir şey yok.
Ancak bu felaket olunca İspanyol gribinden bahsetmeye başladılar.
Bu felaketi bize hatırlatacak bir heykel olsa daha hazırlıklı olabilirdik belki doğal felaketlere.
Birincisi Amerika bundan sekiz yıl önce pandemiklerle baş etme merkezini kapattı. “Gereksiz masraf” diye…
Çünkü doğal felaketleri hatırlamıyoruz.
“En büyük sanat insan ilişkileridir”
Peki siz psikolojik olarak kendinizi nasıl koruyorsunuz?
Benim için kolay çünkü benim hayatım hiç değişmedi.Caravaggio kitabımı yazıyorum saatler gidiyor.
Hem de Sibel Oral ile Mehmet Hikmet kitabı için bazen görüşüyoruz.
Film seyretmek istiyorum kaç gündür, iki haftadır izleyemedim. Vaktim yok.
Fakat birden fazla insan olan evlerde bu zor.
En büyük sanat bence insan ilişkileri, insanların birlikte yaşayabilmesi.
Bu konuda başarısızız. Birisinin bizi dinlemesi hoşumuza gidiyor ama ‘ arkadaşım şimdi beni dinlemek istemiyor olabilir’ diyemiyoruz.
Karşımdaki insanın başka bir derdi olabilir, ama ben onun beni dinlemesine alıştığım için hemen saldırıyorum. Evde yakınlarımızla mahsur olunca bu iş çok daha güçleşiyor.
“Özel alanımız yok, cemaat toplumuyuz”
Özellikle Ortadoğu halkları olarak özel alan tanımamakla ilgili problemimiz var. Ne yapmamız gerekiyor bunu kırmak için?
Çok önemli bir nokta. Özel alanımız yok, cemiyet değil cemaat toplumuyuz büyük ölçüde.
Telefon ettiğimizde “Müsait misin?” demiyoruz, “Nasılsın? İyi misin?” girizgahından sonra dalıyoruz konuşmaya.
Bu kapalı ortamda daha da önemli. Açık ortamda ilişkiler bir şekilde dengesini bulmuştu. .
Karantinada zorlanıyor bu ilişkiler. Zorlandığı için kendini mahpus da hissedebilirsin. Hissedeceksin de…
Çünkü eski dünyada erkek işe gidiyor iş arkadaşlarıyla, kadın işe gidiyor iş arkadaşlarıyla, çocuk okula gidiyor okul arkadaşlarıyla, yani her taraf gün içinde pekçok kişiyle sosyal temas kuruyor.
Eve döndüklerinde de herkesin bir rutini var ve günlerinin nasıl geçtiklerini konuşuyorlar. Ondan sonra zaten uyku saati geliyor. Şimdi bu rutin bozuldu.
“Yüzyıllardır tek mekanda birlikte olmadık”
Ne yapalım peki ilişkilerimizi korumak için?
Çok kritik bir konu, belki yüzlerce yıl askeri yönetimler dışında bütün dünyada bu kadar tek mekanda ve ucu belirsiz bir süreç içinde türümüz birlikte olmadı.
Bu yeni birliktelikte güzel şeyler yapılabilir. O bölünmüş ailede, iki kişinin çalışmaya mecbur kaldığı, çocukları kurslara, etkinliklere yolladığı, bakıcılara teslim ettiği ailelerde düzen değişti.
Anne baba belki de ilk defa anne olabilecek ya da baba olabilecek.
Bu büyük bir şans; birlikte olabilmeleri, oyunlar oynayabilmeleri için. Bütün gün televizyon izleyemezsin, izlersen birbirine girersin. Kötümser, edilgen olursan, bağışıklık sistemin çöker. Hastalıklara daha da açık olursun.
Herkesin bu kapalı alanda belirli süreler için özel bir alanı olmalı.Kimse birbirine o özel alanda ilişmemeli.
O özel alanı yaratmak bize yeni pencereler açabilir.
Birlikte yapılabilecek, üretilebilecek o kadar çok şey var ki. Birlikte hikaye yazılır, sessiz film oynanabilir, kendi oyunlarınızı yaratabilirsiniz, yani bir yaratıcılık alanı var.
Birlikte günlük tutabilirsiniz, kitap okuyup üzerine tartışabilirsiniz. Saymakla bitmez… Bir masal uydurabilirsiniz. İlk defa aile tarihinde yüzyıllardır uzunca bir süre bir arada kalabiliyorsunuz.
Şu an toplu konserlerde, tiyatrolarda bulunmak yok, kültürün sanayileştiği bir dönemde yaşıyorduk.
“Tarihi biz yazıyoruz hastalık değil”
Şimdi kişi kendi yaratıcılığını da ortaya çıkabilir. Çizebilir, yazabilir, müzik düşünebilir, internetten merak ettiği bir konuyu araştırıp açlığını giderebilir. Bu durum herkese yeni pencereler, yeni bakış açıları kazanmaları için bir fırsat. Bu dönemden çok güzel sanat işleri çıkabilir.
Devlet aygıtı çökmüş durumda, ilişkiler sağlam kalmalı. Dışarıdaki ilişkilerimizi, ilgi alanlarımızı da korumalıyız, sadece aileye bağlı kalırsak da toplumun bütün örgütleri çöktü demektir.
STK’lar yürümeli, bu çok önemli. Yani gelecekte ne olacağı bugün ne yaptığımıza bağlı. Tarihi biz yazıyoruz, hastalık değil.
“Burada devletlerin suçu var”
Bu salgın modern tarihin yaşadığı en büyük ve en öngörülemez salgını bir noktada bunun da suçlusu devletler diyorsunuz. Bu insan türünü sosyolojik ve biyolojik açıdan nasıl bir noktaya götürür. Ondan sonra insan türünün psikolojisi olarak nasıl bir noktaya gideriz?
İlk önce öngörülemeyen demek yanlış. Çünkü Bill Gates’in TED konuşmaları var. Orada “Pandemik gelecek, yığınlar ölecek, hazırlıksızız” diyor. Bilgi var, devletlerin suçu var burada.
Öngörülemeyen değil. O bakımdan çok abartmamak lazım çünkü vebayla karşılaştırmak felaket tellallığı. Bunu yapanlar tarihi perspektif veriyorlar ki bu büyük bir cürüm çünkü vebadan ölenlerin oranı yüzde 60.
Burada en fazla belki ölecek olan, en kötümser tahmin yüzde 4. O da bize bağlı. Tedavi olabileceğimize değil kendimizi nasıl koruyacağımız, başkalarını kendimizden nasıl koruyacağımıza bağlı.
“Devletler çöküş ve çelişki yaşıyor”
Devletler için ne diyebiliriz, devletler bir çöküş dönemi yaşıyor mu şu an?
Çöküş ve çelişki. Birbirinizden iki metre uzak durun diyor sonra aynı devlet askerleri kışlada yaşatıyor, aynı devlet askerleri savaşa yolluyor, yani iki defa ölüme yolluyor.
Ateşkes ilan etmeliler.
Bugün ülkelerin birleşmesinin zamanı. Geçenlerde G20 toplandı, gündem dünyanın en zengin 20 ülkesi korona virüsüne karşı ne yapabilirizden çok başka şeyleri konuştu.
ABD Dışişleri Bakanı, “bu iş bittikten sonra biz Çin’i dava edeceğiz, hastalîğı onlar yaydı” diye söylemediğini bırakmadı. Oysa ABD ve Çin yönetimlerinin buluşup dünyayı seferber etmesi lazım.
Devletler şu anda kapitalizmi kurtarma derdinde.
“AVM’ler için sonun başlangıcı olabilir”
Bu süreç kapitalizmin çöküşüne gider mi?
Çöküşü değil, devletler onu korumaya çalışıyorlar ve koruyacaklar. Kapitalizmi yaşatacaklar, onu yapıyorlar zaten.
AVM’ler için sonun başlangıcı olabilir, tüketim patolojimizi askıya aldığımız için. Bu altı ay da sürebilir bir sene de sürebilir.
Eğitimi etkileyebilir. Uzaktan eğitim yaygınlaşabilir.
Özel eğitim soygununun da sonu olabilir.
11 Eylül’den sonra alışveriş yapmaya giderken, devlet dairelerine girerken, havaalanında sıkı kontrollerden geçmeye başladık “terörist” olmadığımızı görsünler diye.
Şimdi vücudumuz denetim altına girecek. Hepimiz potansiyel pandemik tetikleyicisiyiz. Devletler salgınların önlemini alabilecek fakat bunu yapabiliyor olmaları herkesi yakından takip etmeleri, bu verilerin şirketlere satılabilmesi onların da bize satmak istedikleri ilaçlara bizi yönlendirebilmesi demek.
Sağ popülizmin yükseldiği bir dönemde salgının siyasi etkileri nasıl olur, sağın yükselişi sürer mi yoksa politik bakış başka bir yöne evrilir mi?
Küresel iş birliği azaldıkça bu olacak gibi gözüküyor şu anda. Trump “Çin hastalığı” diyor buna. Ulus devlet düzeyinde bunu yapmaya çalışınca artık bu artacak.
“Tarihte ilk kez tapınaklar kapandı”
Salgın başladıktan sonra insanlar din kısmına değil de bilime sarılmaya başladılar. Din azalıyor mu, bu tür salgınlar toplumlardaki inanç sistemini değiştirir mi?
1300’lerde vebada din müthiş bir kurtarıcıydı çünkü zenginseniz papaz baş ucunuzdaydı, zengin değilseniz yakındaki tapınaktaydı. Siz cennete gidesiniz diye sizin biletinizi keseceklerdi. Onun için bir kurtuluştu cennet aynı zamanda. Şimdi tapınakları kapatıyorlar, “gelmeyin” diyorlar.
Tarihimizde ilk defa savaşlarda, salgınlarda falan tapınaklar dolup taşarken bu yol kapandı.
Tanrının verdiği ceza olarak görenler var bu hastalığı…
Şimdi Tanrı’ya aşı bulunsun diye dua ediyor insanlar.
Tanrı değil, fakat dinsizliğe gidiş var eğitim arttıkça..
(PT)
Gündüz Vassaf: Milliyetçiler, dinciler uzatmaları oynuyor
“Gerek milliyetçilik gerek din, uzatmaları oynarken tarihin küllerinde kıvılcım arıyor” diyen Gündüz Vassaf, butik inançların ortaya çıkacağı görüşünde. Vassaf: “Erkek egemenliği, erkek hiyerarşisi, kadın- erkek eşitsizliği, kadın daha az maaş alıyor vs… Bunlar bitiyor. Bu literatürün bitmesinin zamanı geldi. Amaç yeni bir dünya kurmak. Kadının bu zavallı durumda olan erkeğe elini uzatması lazım. Orada da hakikaten ‘Artık zayıf bir durumdasın, iktidarda değilsin ama biz seni seviyoruz, sana düşman diye bakmıyoruz. Şimdi gel, birlikte dünyayı yeniden kuralım’ demesi lazım.”
07 Eylül Pazartesi 2020 Saat: 07:07
DUVAR – Son 7 aydır gündemimizde olan virüsün günlük hayatlara yansıması ilk günlerdeki gibi olmasa da sonuçları aynı hızda devam ediyor. İnsanlığın bu duruma alıştığı da söylenebilir.
Ülkeler başlangıçta aldıkları sıkı tedbirleri zaman içinde kaldırmaya başladılar. Diğer taraftan salgına alınan tedbirlere karşı sokağa çıkan, tedbirlerin kaldırılmasını isteyen insanlar da var.
“Evet, başlangıçta bilinmeyen bir görüntü sanki uzaydan bize düşman yaratıklar gelmiş gibi davranıldı. Fakat sonra o kadar ciddiye alınmamaya başladı. ‘Çünkü bana bir şey olmuyor’ düşüncesi var. Aşının da çok uzakta olduğunu görünce ve devletlerin çuvallamasıyla bir kesim insan kaderci yaklaşmaya başladı. Nasıl olmalıydı? Madem biz korkmuyoruz devlet bizi korkutabilirdi” diyor yazar ve psikolog Gündüz Vassaf.
Virüs, küresel ısınma, mülteci akınları derken dünya hızlı bir değişim içinde. Mültecilerin yaşadığı eziyetler bir yana yeryüzünde büyük insan gruplarının yer değiştirmesi ilerisi için nelere yol açacak? Vassaf’ın yorumu şöyle oluyor: “Tersini söylüyorlar ama milliyetçilik kaçınılmaz olarak azalacak, azalıyor. Londra’nın belediye başkanı Müslüman. Milliyetçiler, dinciler son demlerini, uzatmalarını oynuyorlar. Tahsil, eğitim arttıkça dinler bitiyor. Avrupa’nın kuzeyinde dinler bitti zaten. Mega şehirlerde milliyetçilik bitiyor. Artık o bayrağın pek bir anlamı kalmıyor şehirlerde.”
Dünyanın son halini, Türkiye’deki muhalefeti, dinler bitiyorsa muhtemel yeni din biçimlerini Gündüz Vassaf’la konuştuk.
Türkiye’de ilk vaka 11 Mart tarihinde açıklandı. Sonrasında sokağa çıkma yasağı gibi çeşitli tedbirler getirildi. Pandemi ilkin infial yarattı. Şimdi ise durum çok kötü olmasına karşın öyle değilmiş gibi davranılıyor. İnsanın alışmasıyla mı ilgili bu?
Türümüzün en temel içgüdüsünün hayatını korumak olduğunu düşünürdüm. Ondan sonra beslenme geliyor, barınak geliyor. Barınak da yaşayabilmekle ilgili. Bunun böyle olmadığını gördük. Çünkü tehlike ortada ama yokmuş gibi davranıyoruz. O zaman neden diye sormak lazım. Türümüzün en temel içgüdüsü canını korumak değil mi? Orada yanılıyor muyuz? Canımızı korumamızı engelleyen, saptıran ne var? İkincisini daha çok düşünmeye başladım. Afrika’dan çıktığımızdan beri 70 bin yıl falan oldu. Bu süreç içinde çok şımarık bir tür olduk. Asalak, edilgen bir tür olduk. Hele sanayi devriminden sonra… Evimizi yapabiliyorken şimdi anahtar teslim yerler alıyoruz. Kendi yemeğimizi pişirirken hazır yemekler alıyoruz. Ekonominin, siyasetin fecaatini hapishanelerde, göçlerde çekmiyorsak para kazanmaktan, vaktimizi iyi geçirmeye çalışmaktan başka bir şey kalmadı bize.
Evet, başlangıçta bilinmeyen bir görüntü sanki uzaydan bize düşman yaratıklar gelmiş gibi davranıldı. Fakat sonra o kadar ciddiye alınmamaya başladı. “Çünkü bana bir şey olmuyor.” Aşının da çok uzakta olduğunu görünce ve devletin çuvallamasıyla bir kesim insan kaderci yaklaşmaya başladı. Nasıl olmalıydı? Madem biz korkmuyoruz devlet bizi korkutabilirdi. Vatandaşına karşı şiddet kullanma hakkı olan devletler zaten bunu sık sık kullanıyorlar. Bizi korkutuyorlar. Polisiyle, cezalarıyla, hapishaneleriyle… Korona konusunda ise işte ‘kına gecesini bastık, şu kadar ceza kestik’ gibi sembolik şeyler dışında bir şey yapmadı.
‘DEVLET, TOPLUM HAREKETİNE AYAK UYDURMAYA MECBUR KALDI’
Ne yapabilirdi?
Mesela Türkiye’de devletin sigara içenlere karşı ciddi bir kampanyası var. Cumhurbaşkanı azarlıyor sigara içen insanları. Zannederdik ki, bu toplum sağlığı adına alınan bir tutum. Oysa ideoloji doğrultusunda alınan bir tutummuş. Sigara paketlerinde ‘iktidarsız olursun, kanser olursun’ yazıları var. Paramparça olmuş ciğerlerin resmi var. Ürkütücü resimler var. Bunu şehirlerdeki bilboardlara korona virüsü için asamazlar mıydı? Devletler ikilem içinde kaldı. Bu düzen içinde önce para kazanılması lazım. Bu yüzden vahşi kapitalizmin aracı, sermayenin hizmetçisi haline döndüler. Temel olan kamusal görevlerini, toplum sağlığını ihmal ettiler. Ekranlarda yeni yapılmış boş hastaneleri değil, hastaların koridorlara taştığı hastaneleri, solunum cihazlarına bağlanmış hastaları görelim ki kendimize gelelim, korona teröristi olmayalım. Türkiye’nin bir numaralı teröristi korona teröristi. Yani biz.
Yine ilk zamanlar virüsün herkesi eşit etkilediği hususunda yorumlar yapıldı. Kimisi bir kesimi yani zenginleri hiç etkilemediğini söyledi. Etkilese de tedavi süreçlerinde yolların ayrıldığı görüldü. Buradan yola çıkarak “Sınıf savaşı” tanımına gelmek istiyorum. Geçmişe nazaran “sınıf savaşı” tanımı silikleşmiş olabilir mi?
Medyada çalışanlar ve devlet ricali… Hepsi apartman dairelerinde iki katlı evlerinde yaşayan insanlar. Suyu akanlar, sıcak suyu olanlar… Evden çalışabilenlerin yalanıydı bu. Hastalık herkesi eşit etkiliyor diye. Hindistan’a bakın… Belki nüfusun yüzde 30’unun akar suyu yok. Bırakın sıcak suyla elini yıkamayı. İstanbul’da göçmenler bir odada 5-10 kişi yaşıyor. Sınıf kelimesi o kadar az telaffuz edilir oldu ki uzun zamandır ilk defa şimdi sizden duydum.
Aslında yakın zamanda sınıf savaşı ABD’de baş gösterdi. Virüsün sonuçları, ırkçılık… Hepsi birbirine karıştı. Sokağa döküldü insanlar. Bunların önemli kısmı işsiz insanlardı. Protestolara karşı bazı eyaletlerde polisin bütçesini kestiler. İlk defa toplum hareketine karşı devlet bile ayak uydurmaya mecbur kaldı.
Devletten gelen sosyal yardımlar ilk 6 aydaki gibi değil. Yeni çalışma yöntemleri geliyor şimdi. Madem toplu halde çalışmamız hastalığı yayabilir ve zaten insanları toplu halde görmekten devletler hoşlanmaz onun için robotlar daha çok devreye girmeye başladı ve girecekler. Önümüzdeki bir iki yıl içinde tarihte görülmemiş bir işsizlik bekliyor bizi. Devletler ve şirketler tutumunu değiştirmezse dünya bir meçhule doğru gidiyor olacak.
‘NESCAFE İÇİNCE, VİSKİ GÖRÜNCE KENDİMİZİN DE ZENGİŞLEŞTİĞİNİ SANIYORUZ’
Robotlar gelir, insanlık ona da alışır. İnsanlar yakılırken de hayat bir taraftan devam ediyordu. Gaz odalarını bilen binlerce insan vardı. Meçhule giderken neyi kast ediyorsunuz? Bir eşik, bir eşik daha… Kötü şeyler dünyada zaten yaşandı, yaşanıyor.
Katıldığım bir gözlem. Temerküz kamplarında bile insanlar dans etti, şarkılar söyledi. Öleceklerini bile bile gün içinde umutla yaşadılar. En büyük felaketlerde bu oluyor.
Önümüzdeki işsizlik döneminde yeni mesleklerin de yaratılması mümkün. Bundan geri kalırlarsa halkı oyalayamazlarsa başka şeyler olur. ABD’de kendini iyi hissettiren, doktorların reçeteyle yazdığı reçeteler karaborsaya düştü. İlaç, esrar kullanımı arttı. İnsanlar uyusun, leş gibi olsun ki başkaldırmasınlar. Bu da olabilir, tersi de olabilir. Yol ayrımındayız. Yeni bir dünyanın tohumları çoktan atılmaya başlandı.
Buna karşın sivil toplum kuruluşları alternatif devlet olabilir. Dünyayı yönetebilecek çaptalar. Sadece önlerinde devlet ve özel teşebbüs var. Şehirler devletlerden ayrılmaya, özerkleşmeye başladı. Bir yanda vahşi kapitalizmin uydusu devletler, başkanlar, kabineler öbür tarafta çok daha kozmopolit büyük şehirlerin belediye başkanları. Devletler ikiye bölünmeye başladı. Buradan da yeni bir dünya doğacak. Şehir devletler olmayacak belki ama ulus devletin merkezi gücü zaten miadını doldurmakta. Çünkü emperyalizme, çok uluslu şirketlere karşı, iklim krizine karşı son derece zayıf haldeler. Ulus devlet dünya sorunlarıyla baş etmek için çok küçük, yerel sorunlarla ilgilenmek için çok büyük. Çözülmeye mahkum. Burada şehirlere giderek yeni roller düşüyor. Bu da yeni bir dünyanın habercisi.
Dünyada o kadar çok para var ki… Korkunç istatistikler var. Amerika’da nüfusun yüzde 1’i gelirin yüzde 60’ını kontrol ediyor. Türkiye’de de böyle. Bizi şartlandırmışlar. Para kazanmak için çalışacaksın halbuki geriye doğru gidiyoruz. 1950 Türkiye’sinde tek erkeğin çalıştığı bir aile borçsuz geçinebiliyor ve ay sonunu getirebiliyordu. Evinden atılmadan, kirasını ödeyerek, çocuklarını okula yollayabiliyordu. Şimdi çift maaş, kadın da çalışıyor, erkek de çalışıyor ama çocuklarıya beraber olacak zamanları yok. Ay sonunu getiremiyorlar. Kredi borcu batağındalar. Yani bir adaletsizlik gelişti ve geliştikçe gelişiyor ama biz Nescafe içince, viski görünce ülkenin ve kendimizin zenginleştiğini zannediyoruz. Uykudan uyanınca dünya da değişecek.
‘MİLLİYETÇİLER, DİNCİLER SON DEMLERİNİ YAŞIYORLAR’
Dünya nüfusu inanılmaz bir yerde. Mücadele biçimleri bu kadar kalabalığı kurtaracak, kollayacak güçte olamaz gibi de geliyor. Teknoloji bir taraftan, medya ayağı var bir taraftan… Dünyanın bir ucundan diğer ucuna birkaç saatte gidilebiliyor. Baş edilemeyecek bir durum var. Her yerden pırtlayan canavar gibi uygarlık nimetleri…
Anlıyorum dediğinizi. Lakin artık egemenler de değişmezlerse düzenle birlikte çökeceklerinin farkında. Dünyanın sayılı işletme fakültelerinden biri Harvard’da.. Bütün bu büyük şirketlerin başlarındaki adamlar ya da kadınlar çoğu ordan geliyor. Aldıkları dersler ne kadar çok para kazanabiliriz, kazandırabiliriz üzerine kurulu. Son 10 yıldır bu değişmeye başladı. Öğrenciler derslerden memnun değil. Zannedersinizki 68 kuşağı. Toplumsal sorumluluk içeren, iklim krizini de hesaba katan dersler verilmesini istiyorlar. Zenginlerin çocuklarından gelen bir talep bu. Mantık değişmeye başladı. Kendilerinin de hayatlarını sürdürebilmek için yeni yatırımlar yapmaya ve olası isyanları engellemeye mecburlar. Bir kısmı belki çekip gidecek, uzayda yaşayabileceğini hesaplıyor. Lakin benden sonra tufan anlayışı yeni kuşaklarla çöküyor.
Mültecilerin yeryüzünde yaşadığı eziyetler bir yana… Kışın bir süre İsviçre’deydim. Orada garipti Suriyeli görmek. Büyük insan göçleri ileri vadede dünyayı nasıl etkileyecek?
Dünya kültürü zenginleşecek. Bir defa oldu. Avrupa’da bir örneği var. Asya’dan gelen kabileler bir uygarlığı, Roma İmparatorluğu’nu çökertti. Bugünkü Almanlar, Fransızlar onların torunları. Avrupa’ya Asya’dan yeni kan geldi, sonunda Rönesans Avrupası çıktı. Keza şimdi Avrupa şehirleri göçlerle ilk defa dünya kültür merkezleri olmaya başladı. Eskiden saftı bu şehirler, dünyayı tanımazdı.
Değişik kültürler arasında evlilikler, birliktelikler çoğalıyor. Çocukları olduğunda gene o milliyetçilik ve din aitliği bitiyor.
Bize tersini söylüyorlar ama milliyetçilik kaçınılmaz olarak azalacak, azalıyor. Londra’nın belediye başkanı Müslüman. Milliyetçiler, dinciler son demlerini, uzatmalarını oynuyorlar. Tahsil, eğitim arttıkça dinler bitiyor. Avrupa’nın kuzeyinde dinler bitti zaten. Mega şehirlerde milliyetçilik bitiyor. Artık o bayrağın pek bir anlamı kalmıyor şehirlerde. O yüzden şehirler sağcı, milliyetçi, dinci partilere oy vermiyorlar. Demin bahsettiğim şehir devletinin gelişmesi bunla ilgiliydi.
‘MUHTEMELEN BUTİK İNANÇLAR ORTAYA ÇIKACAK’
Dinler bitiyor dediniz. Türkiye’de siyasal İslamı konuşuyoruz. Devletin içindeki tarikatları konuşuyoruz.
Gerek milliyetçilik gerek din, uzatmaları oynarken tarihin küllerinde kıvılcım arıyor. Tutuyor da bir çok yerde. Çünkü yabancı görmeye alışık değiliz. Suriyeli geliyor, milliyetçi oluyoruz. Uluslararası kriz çıkıyor. Tek başımıza dünyaya direniriz, o güçteyiz, büyüğüz falan diyorlar. Güvensizlik duygusu içinde tabii ki bayrak ve din sarılacağımız en yakın şeyler. Hele işsizlik olunca hele ekonomiler çökünce. Ancak korona başlayınca Hindular tapınaklarını kapattılar. Senin Tanrın seni kurtarmayacak, maskeni tak, ellerini yıka dediler. Bilime ilk defa beklenti doğdu, Tanrıya değil. Kimse tapınaklara koşmadı. Veba zamanı insan kalabalığından o tapınaklara giremezdiniz.
Yeni din bilim mi olacak?
Aydınlanma döneminde bilim din oldu, hele Fransız devrimiyle. Fakat atom bombasıyla bilimin ne kadar felaketlere yol açtığı görüldü. Genetik manipülasyonlarla bize zararlı gelecek besin maddelerini geliştirdiklerini görüyoruz şimdi… Bilime eski güven kalmadı. Bilim ve kamu birliği, bilim ve sermaye birliğine dönüştü. Üniversitelerin çoğu artık sermaye için araştırma yapıyor. Bilimin yeni bir din olma dönemi kapandı. Muhtemelen daha çok butik inançlar çıkacak. Yani 50 kişinin, 100 kişinin, 1 milyonun birleştiği, paylaştığı ona göre kıyafetleri, ayinleri, inançları olduğu farklı farklı, değişken topluluklar. Kimliklerimiz gibi… Cinsel kimlik değiştiriyoruz. Durmadan kimlik değiştiriyoruz. Dinsel kimlikler de böyle olabilir. Butik inançlar üzerinden para da kazanılacak muhtemelen…
‘CENNETE BİLET KESİLMESİNE ESKİSİ KADAR İHTİYAÇ YOK’
Bir taraftan dinsizlik, Allahsızlık insanlığa iyi gelmeyebilir. Acı çektiğinde bir morfine, yatıştırıcıya ihtiyacı var insanın. “Oğlum şehit oldu” diyen bir babanın bir nebze olsun rahatlaması gibi…
Benim dediğim butik dinler Allahsızlıktan çok yaratılış nedir, oradan giden ve yanıtlara göre değişen ya da birleşen gruplar. Tanrının acının şifacısı olması düzenin adaletsizliğinden. Çünkü neye inanıyoruz? Bu düzen felakettir, geçicidir, acı çekiyoruz ama öbür dünyada acıyı çekmeyeceğiz. O yüzden Tanrı’ya inanıyoruz. Savaşlar, yoksulluk, ahlaksız yamyamlığa giden açlık… Bütün bunları türümüz yaşadı ama o acıyı daha iyi eğitimle, daha iyi sağlık sistemiyle, daha iyi giyinerek, ısınarak telafi ettiğimizde o anlamda Tanrı’ya ihtiyaç kalmıyor. Cennete bilet kesilmesine eskisi kadar ihtiyaç yok dünyada. Tanrıyı arayacaksak daha çok felsefi soruların cevapları için arayacağız.
O soruların için de “ahlak” da var. Ahlakı düşünecek insan kaldı mı?
Bravo. Çok temel konuyu parmak bastınız. Dinlerin temel varlık nedenlerinden bir tanesi bize ahlaklı olmaya çağırmaktır. Şimdiye kadar geldiğimiz düzenlerin hepsi egemenler adına insanı ezen ahlaksız düzenlerdi.
Ahlak vurgusu sebebiyle dinlerin ortaya çıkışı iyi niyetliydi diyebilir miyiz?
Çıkışı evet ama kullanılışı egemenler tarafından. Kapitalizmin yozlaştırdığı bu düzende ahlak önemli. “Başkasının önüne geç, sınıf birincisi ol” dünyasında dinin hala bir ahlak öğretisi var. Her ne kadar bu düzene karşı çıkmıyorlarsa da, ağızlarını açmıyorlarsa da… Hatta imamlar, hocalar, hahamlar bu düzenle işbirliği halindelerse…
Dinden bağımsız ritüellere, kimi insana has törenlere de ihtiyaç yok mu? İlk insan türünde dahi ölünün üzerinde çiçek fosilleri bulunmuştu.
Çok güzel bir soru daha… Dinin olmadığı toplumlarda da gene bu ritüeller var. 1 Mayıs Mezopotomya’da gelmedir örneğin. Ritüeller ne olursa olsun devam eder. Bazen isim değiştirerek, ulusal kimlik alarak, komünist kimlik alarak yine devam eder.
‘ARTIK BU LİTERATÜRÜN BİTMESİNİN ZAMANI GELDİ’
Nilay Örnek’in sizle yapmış olduğu podcastte “Erkekler en şanssız dönemlerini yaşıyorlar?” diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?
Her ülkede önyargısız, sabır gerektiren araştırmaları sorgulayıcı bir tutumla kadınlar yapıyor. Biz erkeklerin şartlanması avcılık: Vur, al, getir. Fazla düşünmeden… Bunun devri bitti. Pabucumuz dama atıldı. Bu bir.
İkincisi yeni teknolojilerle erkeğin pek de işe yaramadığını gördük. Çocuk yapmak için artık erkeğe ihtiyaç yok. Neslin devam etmesi erkeksiz mümkün. Yapay sperm dahil yapıldı bildiğim kadarıyla. Erkeksiz yaşamak isteyen kadınların sayısı da hızla artıyor.
Kadınların aşağılanması üç tek tanrılı erkek peygamberli dinlerle başlamıştı. Bu düzeni sahiplenen ister kadın olsun ister erkek olsun pek bir şey değişmeyecek. Kadın bir anlamda öcünü almış olacak, kendisini ispat etmiş olacak. Diğer taraftan artık bu literatürün bitmesinin zamanı geldi. Erkek egemenliği, erkek hiyerarşisi, kadın- erkek eşitsizliği, kadın daha az maaş alıyor vs… Bunlar bitiyor. Erkek egemen düzenin artıkları yakın gündemde. Kadının bu zavallı durumda olan erkeğe elini uzatması lazım. Onu kadın hakları konusunda eğitmesi değil artık bu biliniyor. Hikaye erkeklerin iktidarda olduğu kurumları devralmak, erkeklerin yaptığı işleri ister general olsun ister şirket yöneticisi olsun daha iyi yapmak değil. Mesela Amerika’da kadın hareketi asker olmak istedi ve oldu da. Bu değil. Amaç yeni bir dünya kurmak. Orada da hakikaten kadınların elini erkeğe uzatması, ‘artık iktidar değilsin, zayıf bir durumdasın ama biz seni seviyoruz, sana düşman diye bakmıyoruz. Şimdi gel, birlikte dünyayı yeniden kuralım’ demesi lazım.
‘HER DARBE SİVİL TOPLUMA DOĞRU GİDEN ÜLKENİN YOLUNU KESTİ’
Avukatların ölüm orucunu konuşuyoruz. Tarikat liderlerinin çocuk istismarını… Buralara nasıl gelindi? Türkiye’deki muhalafete baktığınızda en aksak ilerleyen şey olarak neyi görüyorsunuz? (Gündüz beye son zamanlarda okuduğum kimi kitaplardan bahsediyorum. 60’lı yıllardaki ‘sol’ isimleri konuşuyoruz.)
Bir can alıcı soru daha. Bunu kendime de, arkadaşlarıma da soruyorum. Türkler ya da Kürtler ama daha çok Türklerden bahsediyoruz. Niçin tepkisiz? Bir avukatın ölüm orucunda ölmesi tek başına 70 milyonu ayaklandıracak bir olaydı. Grup Yorum üyeleri konser veremiyoruz diye, kültür merkezimiz açılsın diye gözümüzün önünde öldüler. Onlar öldükten sonra tepkimiz belki ancak youtube’da müziklerini dinlemek oldu.
Niçin tepkisiz insanlarız, niçin tepkiliydik zamanında? Özellikle sizin de bahsettiğiniz zaman dilimi 60- 70 arası tepki var. İktidarın şiddet kullandığı toplumlarda insanlar tepkisiz olur, korkar ama sebep tek başına bu değil. Çünkü Gezi diye bir şey de oldu.
Şöyle bir örnekle anlatayım. 12 Eylül’de, İhsan Doğramacı’yla YÖK (Yüksek Öğrenim Kurulu) denilen şey geldiğinde hocalar ve öğrenciler buna karşı olduklarını söylediler ama bir şey yapamadılar. Benim gibi istifa edenler oldu ama sistem devam etti.
Aslında müthiş bir enerji var. Akademisyenler eşcinseller için bildiriler imzaladılar, Hrant Dink’le ilgili toplantılar yaptılar. Yunan- Türk kardeşliğiyle ilgili dernekler kurdular. Antiemperyalist Irak mahkemeleri kurdular. Fakat kendi evlerini, yani üniversiteyi, seslerini çıkarabilecekken ve hiçbir ceza almayacakken işlerini kaybetmeyecekken parmaklarını kaldırmadılar. Neden? Benim tek aklıma gelen oportünizm. Diyelim ki bir üniversitede 100 hoca var. Onların 30’u YÖK’e karşı. Bir şey yapmak istiyor. Ne yapabilir? Bildiri imzalayabilir. Derslere girmeyebilir. Fakat ben 30 kişiyken öteki taraf 70 kişiyse o zaman arkadaşlarımla ters düşmekten korkuyorum. Onların bana darılmasından korkuyorum. Çünkü okulun yemekhanesinde yan yana oturuyorum. Sinemaya da belki birlikte gidiyoruz. Ters düşmekten korkuyorum çünkü belki bir gün ona ihtiyacım olur. Niçin böyle düşünüyoruz? Türkiye’de mutlaka avukat arkadaşın olsun, doktor arkadaşın olsun derler. Niçin? Güvensiz bir toplumda yaşıyoruz. Torpile ihtiyacımız olduğunu düşünüyoruz ki öyle… Öyle olunca sesimizi çıkarmaktan, yakın çevremize ters düşmekten korkuyoruz.Üniversite hocasının devleti eleştirmesi kendi kurumunu eleştirmesinden kolay. Onun için muhalafet yok. Devletin şiddet kullanmadığı dönemlerde bile böyle oldu.
Ama en önemlisi son 50 küsur yılda askeri, sivil, darbeler yaşandı. Her darbe sivil topluma doğru giden bir ülkenin yolunu kesti. Tam yeniden filizlenir gibi oluyor bir tokat daha devletten.
Daron Acemoğlu diye bir iktisatçı var. Ali Babacan’ın yeni kurduğu partinin ekibinde olduğunu da duymuştum. Yakında Nobel’i alacak diyorlar. Bir kitabında, ‘güçlü ekonomi ve güçlü demokrasi kuran ülkeler niçin bu kadar az’ diye soruyor. Türkiye’ye de bir bölüm ayırmış. Çünkü Türkiye’de tabandan gelen bir talep yok demiş. Hep tepeden verilmiş haklar… İşte Cumhuriyet için de, kadın hakları için de… Tezi bu. Palavra! İnanamıyorum… Türkiye’de ne zaman toplumsal hareket olduysa öğrencilerle, öğretmenlerle, sendikalarla, işçilerle hep bir darbe geldi ve darbeler de Amerika’nın yeşil ışık yakmasıyla geldi ya da Sovyet’le Amerika’nın değişik nedenlerle, değişik dönemlerde Türkiye’yi istikrarsız kılma kavgalarıyla. O zaman bu ülke nasıl gelişebilir? Askeri müdahalelere taraf tutanlar başta askerdi, iş insanlarıydı. TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği), Vehbi Koç, Sakıp Sabancı… Bunları da unutmamak lazım.
Gündüz Vassaf: Olmadık yerde düşman arıyorlar
Gündüz Vassaf, yeni kitabı üzerinde çalışıyor, “Bitsin de istemiyorum. Geçen gün, kitaba başladığım ilk zamanlarda yazdığım notları buldum. Ürkerek baktım. 6 yıl olmuş. Yaşam biçimi oldu şimdilik” diyor.
13 Şubat 2021 Cumartesi, 16:04
Yazdıklarıyla olaylara farklı bakmamızı sağlayan, her daim sınırsızlığı savunan ve okura “hadi uyan” diyen Gündüz Vassaf’la dolu dolu bir sohbet gerçekleştirdik. Yeni kitabı üzerinde çalışıyor, “Bitsin de istemiyorum. Geçen gün, kitaba başladığım ilk zamanlarda yazdığım notları buldum. Ürkerek baktım. 6 yıl olmuş. Yaşam biçimi oldu şimdilik” diyor. Vassaf ile buluştuk, İstanbul’dan kedilere, balıklardan farklı şehirlere insana ve toplumsal alana duyduğumuz aitliliklerimize dair konuştuk.
– 18 yaşındayken ABD’de bir akıl hastahanesinde gardiyanlık deneyiminiz var. Sonrasında hayatınız değişiyor. Ne değişti ve bugünden geçmişe baktığınızda hayatınızdaki diğer sert dönüm noktaları ya da sert uyanışlar neler?
18 yaşındayım. New Hampshire’da bir akıl hastahanesinde yaz işi. 150-200 hasta var içeride. Bizi alıştırmak için yaşlılar koğuşuna aldılar. Koğuşta, 30-40 yıldır pencereden bakmak dışında günışığı görmemiş terk edilmiş kadınlar ve erkekler vardı. Çıplak, dışkılarıyla oynuyorlar, birbirlerine saldırıyorlar, bağırıyorlardı. Bizim işimiz mümkünse orada olay çıkmasını önlemek, dışkılarını tutamadıklarından altlarını temizlemek, yemek yiyemeyenleri yedirmeye çalışmak. İnsanın bu halini hiç görmemiştim. O kadar ölüm yolcusunu bir arada görmek ürkütücüydü. İlk günün sonunda “Bu işi yapamam” dedim ancak kendime yediremeyip geri döndüm. İkinci gün azıcık alışır gibi oldum. Üçüncü gün alışmıştım. Bu deneyimden, insan halinin ne boyutlara varabileceğini ve en uç boyutları bile isyan etmeden kabul edebileceğimizi öğrendim. İnsanın düzen verme, anlamsızlığı düzenleme huyu ile ilgili bir deneyim yaşadım. Koğuşun bir ucunda katatonik bir hasta vardı. Sürekli aynı hareketi yapıyor, başını sallıyordu. Koğuşun diğer ucunda hezeyan halinde, elleri kolları havada diktatör gibi devamlı konuşan biri. Bir uçtaki başını sallıyor, öbür uçtaki bağırıp çağırıyor, nutuk atıyor. Koğuşun öbür ucuna diğer adamı taşıdım. İkisini birleştirip, normal görünümlü, anlamlı bir düzen kurdum. Dünyamızın hali de bu. Normale benzetmek istiyoruz ama düzen öyle çalışmıyor. Kendisi patalojik.
– Diğeri?
6-7 Eylül Olayları’nda Leventteyiz. Güruh evin önünde durdu. Seslerini duyduk, annemle kepenklerin deliğinden bakıyoruz. Eve saldırıp saldırmamayı konuşuyorlar. Niçin? Çünkü bahçede babamın otomobili var. İlkokul birinci sınıftaydım. O gün öğretmen bize “Kıbrıs Türktür” yazmasını öğretmiş ben de otomobilin üzerine beyaz tebeşirle yazmışım. Onu görünce vazgeçip gittiler. İlk defa insandan korkulacağını, o zaman anladım.
– Birçok söyleşinizde insanoğlu kendini çok abartıyor demişsiniz. Yani kendine fazla mı rol biçiyor?
Ebru, “Ben” kelimesi çok zor ve yüklü bir kelime. Bazı dillerde ben kelimesi yok. Kendimizi çok merkezde görmeye başladık. Bir de “Sen kimsin, sana seni tanıtabilirim” sanayisi türedi. Uçtuk gittik. Fazla abarttığımız için kendimize zarar veriyoruz. Kendimizi tanıdığımızı zannettikçe, gayret gösterdikçe daha çok problemli kişiler olmaya başlıyoruz. Socrates’den beri “kendini tanı” demişler. Hala insan kendini tanımadı! Yeter artık tanımayalım, yaşayalım!
– Son dönemin sözde en önemli sorgulamalarından biri “Ben Kimim?” Herkes derinlerine girmeden kim olduğunu bulmak çabasında. Ama bir yandan da hakikat ötesi dediğimiz bir çağ bu. Hakikati görmek istiyor muyuz, istemiyor muyuz, kafam karışık biraz bu konuda. Ne dersiniz?
Bir defa düşünce ve duygu bombardımanı altındayız. Şöyle ki; yüz sene önce bir kişi ömrü boyunca en fazla bir cinayete tanık olurken, şimdi TV ya da gazetelerden bir gün içerisinde elli tane cinayet görüyor. Görmese bile her gün cinayet haberleriyle sarsılıyor ve bir süre sonra da sarsılmaz olup duyarsızlaşıyor.
Sağ kalabilmek, hiç olmazsa azıcık vicdan taşıyabilmek için red ediyor, görmezden geliyoruz. Sadece “ben” ile ilgilenenlerden oluşan sığ bir dünyanın içine giriyoruz. Örneğin elli sene önce İstanbul’da bir evsiz gördüğünüzde durup yardım etmek isterdiniz şimdi onlarca evsiz insan var. Üstüne basmamak için dikkat ediyoruz en fazla.
– Hepimize gelecek kaygıları, ekonomik sorunlar, en önemlisi umutsuzluk hakimken neden umutsuz olmaya hakkımız yok?
Günlük adlı kitabım, 40-50 bin yıl öncesinden günümüze gazete haberlerinden oluşuyor. Mesela içindeki haberlerden birisi; insan iki ayak üzerinde yürüdü. Sürmanşet! O perspektiften bakınca nereden, nereye geldik diye göbek atıp zil çalmamız gerekiyor. Çocuk ölümleri, kölelik, kadının toplumdaki yeri, uzun yaşam, açlıktan ölenler vs. düşününce türümüz çok ilerledi diye düşünüyorum. Son 4000 yıla bakarsanız savaşlar yüzyıllar geçtikçe nispeten çok azaldı. Bunlar olumlu gelişmeler. Bencillik devreye girdiğinden, günümüzdeki sorunları abartarak bunları göremiyoruz. Umutsuzluğumuzun bir kökeni geçmişi yadsımaksa diğeri de günümüzü abartan haklı isyanlarımızda sabırsızlık.
– Kilit kelime ‘sabır’ mı?
Sabır ve tarihi bilmek. Tarih, geçmişe sahip çıkmak için değil, ilerlemeyi görebilmek için çok önemli. Annemden örnek vereyim. Annem din okuluna giderken, cumhuriyet ilan edilince üniversiteye gidiyor. Felsefe okuyup Harvard’a bile gidebiliyor. Hala ataerkil toplum ama bugün o kapılar açık artık. Çin İmparatorluğu döneminde, Çinli kadınlar okuyamadığı için kendi aralarında mektuplaşmak için Nu Şu adlı gizli bir yazılı dil geliştirmişler. Çince’den çok farklı ve alfabesi de var. Türümüzün tarihinde büyük bir değişiklik. Sırf kadınının tarihi bile yeter umutsuz olmamaya.
‘Şikayet hasta eder’
Şikayet etmek salgın bir hastalık gibi midir? Neden?
Evet. Birkaçını sıralayalım.
Şikayetle yetinmek bencillik, bak ben ne kadar duyarlıyım diyen vicdan reklamıdır.
Şikayet salgın hastalık gibidir, güçlülere güç verir, ezilenleri edilgen kılar.
Şikayet hasta eder, kötü gelir, depresyona sokar.
Şikayet mazoşizmdir.
Şikayet yakınmak değil de uyarmak içinse yeri başka. Şikayetten sonra ‘’Ben ne yapabilirim?’’ ‘’Biz ne yapabiliriz,’’ gelmeli. Yoksa sus!
– İnsanlık olarak son bir yıldır hepimiz evlerimizdeyiz. Bir virüs ile mücadelemiz var. Holdingler teker teker çalışma sistemlerini değiştirip homeoffice dönemini başlatıyor. Yeni dönemde bizleri neler bekliyor?
Koronanın olumsuzluklarını çok dile getiriyoruz da evden çalışmak olumlu bir gelişme. Bizi özgürleştirdi. Korona olayında pek telaffuz edilmeyen bir nokta mevcut. Veba salgınında, veba, tanrının bize yağdırdığı bir belaydı ve kurtuluşu da cennete gitmekti. 100 yıl önce İspanyol gribi ise makus talihimiz, kaderimizdi. Koronada ilk defa dinden değil, bilimden, aşıdan medet umuyoruz. Bu büyük bir değişiklik. İklim krizini tüm varlığıyla dile getiren gezegenimizin ilk küresel yurttaşı Greta, bencilliğimizi, tüketim patolojimizi sarsmazken korona korkumuz bizi küresel vatandaş yaptı. Zaten uzatmaları oynayan dinlere, ulus devletlere bakışımızı değiştirdi. Devletlerin hazırlıksızlığını, beceriksizliğini, suçluluğunu, insanların katlinde sorumsuzluğunu gösterdi. Çok basitçe; tüm devletler anlaşsa, savaş bütçelerinden yüzde beş ayırsa, herkes maaşını alır, yemeğini yer, borcunu öder, işe, tüketmeye, eğlenceye gitmeden corona sürecini kısa zamanda atlatabilirdik. Çok zor bir şey değildi.
– Çin ve Asya ülkeleri bu sorunu nasıl çözdü?
Çin’de geçen hafta toplam ölü sayısı 5’in altındaydı. Birbuçuk milyar nüfus! Çoğu Asya ülkeleri bu işi halletti. Batıyla Çin arasında büyük bir propaganda savaşı başladı. Benim aşım daha iyi, seninki daha kötü şeklinde. Bir tür soğuk savaş. Doğu bunu iyi halletti. Çünkü toplumsal sorumluluk hala var. Tüketim patolojisi ve alışkanlıkları yüzünden Batı çok şımardı. Birçok ülkede devletin önlemlerinden bana ne diye insanlar sokağa çıktı. Korkunç. Batı çuvalladı kısaca. Dünya liderliğine oynayan, bizlere barbar gözüyle bakan Çin diktatörlüğü, Batı’nın bu kadar çuvallamasına çok şaşkın.
– Peki içinde bulunduğumuz korona günlerini de ileride unutacak mıyız?
Unutacağız muhtemel. Unutmadığımız olay yok ki. Ama şöyle; korona sonrasında, korona ile başlayıp hayatımıza giren süreçleri, artık rutinimiz olanları koronaya bağlamayacağız. Hep öyleydi, hep yapıyormuşuz gibi gelecek.
– Korona sonrasında ulus devletlerinin sonu gelecek mi?
Korona sonu hızlandırdı çünkü ulus devletlerin beceriksizliğini ortaya çıkarmasından öte birleştirici gücünü yitiriyor, içeriden parçalanıyor. Göçmenler ve azınlıklar kendilerini devlete ait hissetmezken milliyetçiler de göçmenlere kapılarını açan, azınlıklara el uzatmak isteyen, demografisi değişen devlete öfkeli. İki taraftan da ulus devlet parçalanıyor. Belki ilerde şehir devleti daha güçlü olur. Gidişat onu gösteriyor.
– İnsanoğlunun kadim korkusu ölüm. Ölümden bu kadar korkarken neden doğayı, hayvanları katlederek sonumuzu hızlandırıyoruz?
Tarıma başladığımızdan bu yana asırlardır kendimizi en tepede hayvanların üzerinde gördük. Psikologlar hala insana ne kadar benzerse o kadar akıllı diyor şempanzelere dilimizi öğretiyor. (gülüyor). Yavaş yavaş biraz değişmeye başladı bu durum. Onlardan öğreneceklerimiz de var. Milyonlarca yıldır evrimleşerek değişen türler var. Afrika’dan çıkalı daha 100,000 yıl oldu. Çok yeniyiz bu işte. Zaten insan olarak tek tür kaldık, bir anda kırılıp gidebiliriz. İklim değişikliği olaylarında da görüyoruz, doğanın dengesi için birbirimize ihtiyacımız var. Üstelik yaşam onlarla ne kadar renkli, güzel ve mucizevi. Geçenlerde Kuzey Amerika’da bir kurbağa türünün kışın buz kalıplarının içinde donduğunu, kalbinin durduğunu, baharda tekrar canlandığını keşfettiler.
– Psikiyatrinin en yükseldiği dönemleri yaşıyoruz. Dostoyevski insanı Freud’dan daha iyi biliyor diyorsunuz. Bayıldım. Nasıl?
Freud 19. Yüzyıl’ın sonu, 20. Yüzyıl’ın başlarında kuramlarını Viyana burjuvazisi üzerine geliştiriyor ve sokağı bilmiyordu. Dünyası çok dardı. Bol bol afyon içip, uçuyordu. Kendisine gelen burjuva kişilerin sorunlarından evrensel bir kuram geliştiriyordu. Dostoyevski ise sokağı tanıyor. Sokaktan öte, başka sınıftan insanları tanıyor. Ölüm ve yaşamın uç noktasına gelmiş, gözleri bağlı kurşuna dizilmekten son dakikada kurtulmuş. Freud aslında iyi bir yazar ama o kadar. Modası geçiyor. Dostoyevski romanlarında ise kendimizi buluyoruz, içselleştiriyoruz. İnsanı Freud’dan daha iyi tanıyor.
– Hayvanların üzerinde egemenlik kurmaya çalışmamız, sahip-köle ilişkisinde davranmamız aşağılık komplekslerimizden mi ileri geliyor?
Bencillikten ve ahlaksızlıktan. Din de bu konuda pek yardımcı değil. Hiçbir dinde canlılara cennette yer yok. Hatta din bazı insanları da kabul etmiyor cennete. Eşcinsel, trans gibi. Çok üzücü.
– İnsanoğlunun en kıymetli özelliği sevgisi ise neden nefret duygusu bu kadar hakim?
Herhalde kendimizi çok sevdiğimizden. (gülüyor) Sevgimizin bencilliğinden, nefret, bu kadar hakim. Sevgi kelimesini ne kadar az kullanırsak sevgisizlikten o kadar kurtulmuş oluruz. Sevgiyi daha çok yaşarız.
– O halde hangi kelimeleri kullanarak ya da kullanmayarak kendi gerçeğimizi daha iyi buluruz?
Kelimeler yeni keşfedilmiş topraklara dikilen bayraklar gibi. Her yeni kelime, hem yeni bir keşif olduğu için kendimize, dünyamıza bakma ufkumuzu zenginleştiriyor, hem de artık bilincimize yerleştiği için o kelimenin tutsaklığında bakar oluyoruz dünyaya. Aşk gibi. Kelimenin İngilizce de kullanımlarına bakın. “I love God”,”I love NYC”, “I love you” Hal böyle olunca “love” sözcüğünü kullanmamak daha anlamlı. Türkçe’de de; aşk, sevgi, demokrasi, özgürlük, hep az kullanılması gereken kelimeler. Dünyada 208 ülke var. 170 ülkenin de adında demokrasi var. Onlarında çoğu diktatörlük (gülüyor) Kullanmazsak daha iyi olur. Yalan kelimeler.
– Hepimiz Amerikanca sisteminin kurbanları olma yolunda mıyız?
Türkçe konuşurken bile Amerikanca düşünce biçimininin yaygınlaşmasından endişeliyim. İnsan ilişkilerimiz homojenleştikçe sevişme dilimizde bile özgünlüğümüzü yitiriyoruz. İş hayatımız, esprilerimiz, üniversite hocalarımız…Ünlü edebiyatçılarımız bile dünyaya Amerikanca bakmaya başladı. Yaşama farklı bakış açılarımızın kaybolması Amazon’da yok olan türler gibi. Bilişsel eko sistemimizi sarsıyor, değişen koşullara uyum sağlama esnekliğimizi zayıflatıyor. Cezayirli psikiyatrist Fanon’un deyimiyle dünyaya ‘beyaz maskeli kara derililer’ gibi bakıyoruz.
– Çocuklar neden tarihimizin son köleleri?
Bir yerde çocuklara son kölelerimiz diye bakıyorum. İsim veriyoruz. Daha kötüsü din veriyoruz. Kölelere de aynı şeyi yapardık. İsim verip, din değiştirirdik. Çocuklar anne-babalara emanet, sahipleri değil. Dinlerin kültürlerini tabii tanısın, reşit olduğunda seçsin dinini ya da dinsizliği. İsterse adını değiştirsin, kendi adın kendisi koysun.
– Peki siz oğlunuza nasıl davrandınız bu konuda?
Lisede matematiği çok kötüydü, mezun olamayabilirdi. “Olmazsan olma” dedim. İnat etti, zor bela lise diplomasını aldı. Üç ülkenin vatandaşı. Türkçe ismiyle oynadı, her dilde anlaşılır kıldı. Aidiyetliklerin göreceliği ve geçiciliğinin farkında. Onun adına karar verip yaptığım tek şey sünnet. O da benim gibi olsun diye miydi? Bir bencillik vardı altında. Sağlıksal açıdan argümanlarım olmasaydı zihnimde yine sünnet olmasını ister miydim? Bilmiyorum.
– Boğaz sularında yaşayan balıklar neden birer ‘kahraman’?
Türümüzde insan, hele dinlerinin kapitalizmle bütünleşmesiyle, kendi rekabetinin kurbanı olurken, bizlerden milyonlarca yıl yaşlı, okyanus diplerinin karanlığında var olabilen balıklardan, ölümsüz denizanalarından öğrenebileceğimiz çok şey var. Boğaz’ı balıksız düşünemiyorsak, bu bizim onları koruyup sahiplenmemizden değil, bize rağmen var olabildiklerinden.
– Yemek yapıyor musunuz?
Sıradan keyifsiz yemekler yapıyorum. Büyük bir kayıp. Halbuki yeni tatlar yaratmak mucizevi. Yazmakta olduğum kitap o kadar beni hayattan koparıyor ki sadece kısa yürüyüşler yapabiliyorum.
– Yazarlık içinde bencillik barındırıyor mu?
Yazarlık bencillik tabii. Kendini beğenmek vs. Oynayamamak. Oyun olduğunu kabul ediyorsan daha hafifliyor olay. Çok ciddiye aldığın zaman yürüyüş yaparken bile bulutlara da bakamıyorsun, sürekli kitabı düşünüyorsun.
– Yeni kitabınızı yakında okuyabilecek miyiz?
Bitsin de istemiyorum bir anlamda. Geçen gün, kitaba başladığım ilk zamanlarda yazdığım notları buldum. Ürkerek baktım. 6 yıl olmuş. (gülüyor) Yaşam biçimi oldu şimdilik. Hem bitsin hem de bitmesin istiyorum.
– Neden evleniriz?
Boston’da oturduğum dönemde, Amerika’da ilk defa eşcinsel evlilikler gündem oldu. Ben de görmeye gittim. Sonra birden dank etti. Eşcinsellere birçok hak tanınmışken, çivisi çıkmış bir kurumu yani evliliği niçin ilericilik, özgürlük adına yapmak istiyorlardı? Orada bir kafa karışıklığı var. Evlilik bitiyor. Aşk’ı öyle tanımlıyoruz. Aşk masalımızda evlilik ve ritüelleri var. Ölmeye mahkum. Ölüyor zaten de.
– Peki günümüzde hâlâ aşk önemini koruyor mu?
Evet . Bir gün Levent’teki evin çatı katında eski gazeteler vardı, onlara bakarken, babamla yapılmış bir mülakat gördüm. Gazeteci babama soruyor. “Doktor bey, aşk hastalığı ne menem bir şeydir?” Babam da “Aşk hastalığı yoktur, âşık olmama hastalığı vardır.” Ben de öyle hissediyorum. Âşık olma hali, insanın en güzel hali. Aşk, bir sarhoş olma sürecidir. Kitap yazarken de insan sarhoş olur, kokular, renkler her şey üzerinize gelmeye başlar. Aşk, sizi tamamlar.
OLMADIK YERDE DÜŞMAN ARIYORLAR
– Boğaziçi Üniversitesi’nde ne kadar süre görev aldınız?
12 Eylül’den az sonra üniversitede özgürlük kalmadığı ve bir sürü arkadaşımın işine son verildiği için YÖK’le birlikte istifa ettim. İnanılmaz sansür vardı. Asker, evlere girip çıkıyordu. Askerin hoşlanmadığı bir kitapla yakalanırsanız hapse girebilir, işkence görebilirdiniz. Boğaziçi kütüphanesi bile “Asker gelirse ne yapacağız?” diye kara kara düşünüyor, ne olur ne olmaz başlarına bela gelir diye kitapları saklıyorlardı. Arlarında Şerif Mardin’in ‘Din ve İdeoloji,’’ kitabı vardı. Başlığında ideoloji var ya? O tarihten itibaren yurt dışında ders vermeye başladım.
– Boğaziçi Üniversitesi’nde sarsıcı, çok üzücü olaylar yaşanıyor. Ne düşünüyorsunuz?
Kurumlara özgürlük ve özerklik tanıyacak yeni bir üniversite yasası derhal gerekli. Askeri cuntadan miras 40 yıllık YÖK’e geç kalmış bir tepki. Üniversitelerin günümüze kadar suskunluğundan Ankara da şaştı bu da nereden çıktı diye. Olmadık yerde düşman arıyorlar. Yanlış bilgilerle kamuoyu da yönlendirilip üniversiteler konusunda bölünüyor.
Gençler bölünüyor. Bölünme geçmişte ülkenin başına gelen ibret verici felaketleri hatırlatıyor.
– Peki bugünlere nasıl gelindi?
YÖK, 12 Eylül’den beri Kenan Evren ve İhsan Doğramacı ile var. Son 40 yıl içinde çeşitli hükümetler geldi geçti. Hepsinde üniversite hocaları uyudu, kapı kulu oldu. Bunu kabul ettiler. Akademik özgürlüğün ve üniversite özerkliğinin devletin eline geçmesini kabul ettiler. Şimdi en nihayet öğrencilerin de “Yeter Artık” demesiyle hocalar tek tük uyanmaya başladı. Öğrenciler kendilerini öne atarak neredeyse provokatif olaylara kurban oluyor, dayak yiyor, hapse giriyorlar. Hiç hoş değil. Çok üzücü. Bu nedenle, sadece devleti değil seslerini çıkarmayan hocaları da suçlu buluyorum. Kızgınım. Öğrenciler hocalarının sessizliğinin kurbanı olmamalı.
Neden yaşıyorum?
– Size sormak istiyorum hayatın anlamı var mıdır? Örneğin siz hayatın anlamını buldunuz mu?
Bir hafta önce “Neden Yaşıyorum” diye bir şiir yazdım. Sanırım sorunun cevabı satırlarda…
Neden yaşıyorum?
Acıkan, susayan,
Nefes alıp veren vücudum.
Şehvetlenip,
Neslimi sürdüren de o.
Vücudum yaşar,
Vücudumu yaşatırken,
Ölümüm ben.
Benim,
Zihnimin zehriyle kendimi,
İcatlarımla gezegenimi öldüren.
Ahlak de,
Göster ahlakın kofluğunu.
Ahlak de,
Zarar verme.
Ahlak de,
Taşlasınlar.
Ahlaksızlığın şarkısını söyle
Alkışlasınlar.
Ahlak de,
Putlaştırsınlar.
Parasını bas
Şifresini söyle
Senin olsun.
Sustuğunda bencil,
Susmadığında yalancı,
Seslenme kendine.
Kork, korkma,
Sus, susma,
Oyna içinden geldiği gibi.
Farkım yok senden,
Dakikalarla saatleri yarıştırırken
Ölümü unutuyorum.
Yıldızlara bakıyor,
Zamanı durdurup hızlandırıyor,
Sonsuzlukta dolaşırken,
Kalıyorum tek başıma.
Dur,
Benden kaçma,
Annemin babamın ölüp
Beni bıraktığı gibi.
Sevgilim olma sevgilim,
Sevme, seni sevdiğim gibi.
Uykum geldi.
Sana gün aydın.
Uyanınca yollayacağım,
Bugün burada 29 Haziranmış.